Türkiye artık Avrupa haritasında yer almıyor

-
Aa
+
a
a
a

Zeynep Saygı

Amerika’nın 11 Eylül’den bu yana sürdürdüğü güç gösterisi kontrolden çıktı. Dünyanın bir numaralı hakiminin tek yanlı yaklaşımını dengelemesini umulan Avrupa ikiye bölündü. Paris’teki Institut d’Etudes Politiques’te (IEP - Siyasal Çalışmalar Enstitüsü) Uluslararası İlişkiler profesörü ve Amerika uzmanı Dr. Ayşe Ceyhan ile ABD’nin soğuk savaş döneminden bugüne izlediği savunma politikası ve Amerikan hakimiyetinin siyasal açısından dünyaya etkileri üzerine konuştuk.

Soğuk savaş döneminden 11 Eylül’e, Amerika’nın savunma politikasında ne tür bir değişim yaşandı?

Soğuk savaş döneminde , Amerikan savunma politikası belirgin bir paradigma etrafinda gelişiyordu. İki blok arasındaki, askeri, siyasi ve ideolojik dengeler ve bu dengelerin çıkış noktaları açık ve belirgindi. Tehlike denince akla komünizm tehlikesi geliyordu ve güvenlik/savunma stratejileri buna göre yapılanmıştı… Ancak yetmişli yılların sonundan itibaren ve de özellikle soğuk savaşın bitişinden sonra bu paradigma ciddi bir değişime uğradı. Amerika dahil dünya siyaset arenasının tüm aktörleri bir bilinmezlikle karşı karşıya buldular kendilerini. Gerek siyaset ve savunma kurumları, gerekse ulusal ve transnasyonal güvenlik kurumları (polis, asker, jandarma, Interpol, Europol, v.b.) bu yeni düzen içinde tehlike ve risk kavramlarını yeniden belirlemek üzere düşünmeye başladılar. Soğuk savaş sonrası tehlike nerden ve nasıl gelecekti? Bu konuyu inceleyen uzmanlar, stratejler ve de siyasiler şu görüşe vardılar: savunma/güvenlik denince akla sadece eskiden Sovyetler Birliği ile olduğu gibi bir dış düşmana karşı savunma gelmiyordu.

Artık iç ve dış güvenlik sorunları küreselleşme ve soğuk savaşın bitmesiyle birbirlerine kenetlenmeye başlamıştı, aralarındaki fark belirginliğini kaybetmişti. Öyle ki yavaş yavaş askerler iç savunma konularına ilgi duymaya, polisler de sınır korumaya, sınırötesi operasyonlara katılmaya başlamışlardı. Böylece 90’lı yıllarda Amerika’nın savunma/güvenlik politikası daha çok sınırların yabancı işçi akımına karşı korunmasına, Latin Amerika’dan gelen uyuşturucu mafyalarıyla veya ideolojik terörizmle mücadele etmeye, Los Angeles gibi çok kültürlü megapollerde etnik gruplar arasındaki şiddet olaylarını engellemeye ve uluslararası kaçakçılıkla mücadeleye endeksliydi. Uluslararası arenada ise, Arap yarımadası gibi Amerikan çıkarları (özellikle petrol) için önemli olan bölgelerin korunması için askeri varlık göstermeye önem veriliyordu.

Ancak bu arada herşeye rağmen uluslararası savunma politikasında yine geleneksel paradigmanın izlerini görmek mümkündü. Amerika XX.yüzyılda büyük savaşlara katılmış ama kendi toprağına ve halkına yönelik bir saldırıyla karşı karşıya kalmamıştı. Savunma stratejisi bu inanca bağlıydı, yani ABD toprağına herhangi bir ülkenin doğrudan saldırması düşünülemezdi, tek tehlike düşman bir devletin kullanabileceği nükleer ve balistik misil gibi silahlardan gelebilirdi. Bunu engellemek için de yüksek teknolojiye dayalı bir savunma sistemi geliştirilmiş ve sofistike silahlar üretilmişti. Bu ortamda, bir kaç uzman hariç, ne Pentagon’un, ne CIA’nın, ne de National Security Agency’nin aklına uluslarötesi (transnasyonal) bir tehlikenin, Amerika’yı vurabileceği gelmiyordu. Açıkçası Amerika klasik askeri yaklaşımla çözemeyeceği bu tür bir şiddeti gözardı ediyordu. Karşılaştırma yaparsak AB ülkeleri de böyle bir tehlike ile karşılaşacaklarını sanmıyorlardı. Bin Ladin’in varlığı biliniyordu ancak şiddetin uluslarötesi özelliği yine de gözardı ediliyordu.

Amerika’nın Irak’a müdahalesi uluslarötesi şiddetle savaş bağlamına ne ölçüde giriyor sizce?

11 Eylül Amerika’nın yukarıda bahsettiğim “saldırılamaz toprak” fikrine olan güvenini birdenbire yıktı. Görüldü ki Amerikan toprağı ve halkı uluslarötesi ve özelleşmiş bir tehlikeden korunamamıştı. Irak’a karşı hazırlanan savaşı, bu psikolojik ve stratejik ortamda incelemek gerekiyor. Bugün söz konusu olan Amerikan yönetiminin iç kamuoyunun beklentilerine cevap vermesi. 11 Eylül şoku üzerine ABD dış dünyaya özellikle de Amerika karşıtı odaklara gücünü kanıtlamak zorunluluğuyla karşılaştı. Bu güç gösterisi iki yönlü bir politikayla sembolize edildi. Yani bir yandan Afganistan’a askeri müdahale, diğer yandan uluslarötesi (transnasyonal) terörizmle mücadele için bir koalisyon... Bu, aynı zamanda hem Fransa, Almanya, İngiltere, Rusya ile işbirliği, diğer yandan da Endonezya’da, Pakistan’da, İngiltere’de Almanya’da, Fransa’da ve belki Türkiye’de terörist girişimlerin belirlenip yok edilmesi anlamına geliyor. Fakat bu işbirliğinden istenen somut sonuç henüz alınamadı. Bin Ladin ve adamları hala yakalanmadı. Bu arada Amerikan kamuoyu sabırsızlanıyor. Geçen Kasım ayında araseçimler oldu ve Bush ekibi terörizmle mücadele konusunu öne sürerek oy verenlerin büyük desteğini aldı. Ama bu arada ülkede ekonomik kriz büyümekte, United Airlines örneğinde olduğu gibi hava ulaşımı sektörü tamamen çökmek üzere. Devlet, batık şirketleri kurtarmak için liberalizm prensiplerine aykırı olsa da kolları sıvamak zorunda kaldı. Ancak bu ortamda kamuoyuna somut bir yanıt vermek lazım. Bu nedenle klasik bir neden olan nükleer ve diğer tehlikeli silahları bahane ederek Irak meselesi ortaya atıldı. Dikkat edilirse bugünlerde Bin Ladin’den hemen hemen hiç kimse bahsetmiyor.

Yine de araştırmalar Amerikan halkının %38’lik oranda Irak savaşına karşı olduğunu gösteriyor. Yani kamuoyunun beklediği “yanıt” bu değil belki de…

Kaliforniya’da San Francisco’daki gösteriler halkın tamamının savaş taraftarı olmadığının kanıtı.. Aydınlar arasında da Bush’un politikasını eleştirenler sayıları çok olmasa da, mevcut.. Kuveyt savaşına katılmış askerler arasında bile savaşa karşı olanlar var. Tabii hükümet bu muhalefeti görmezden geliyor. Asıl sorulması gereken: Irak savaşını bahane ederek Amerika’nın bir güç mü yoksa bir “imparatorluk” mu olmak istediği. Bu “imparatorluk” kavramı son günlerde uluslararası ilişkiler uzmanları ve siyasetbilimciler tarafından Amerika ve Avrupa’da tartışılmaya başlandı. ABD eğer süper güçse askeri ve ekonomik yaptırımıyla gösterir kendini. Yok eğer “imparatorluksa” rejimleri de değiştirmeye kalkar ve kendine uygun, kendi için çalışan, kendi yönünde gidecek kısacası kendi mandası olacak rejimler üretir. Irak’ta yapılmak istenen bu gibi görülüyor. Bu arada bir de petrol konusu var. Amerika bir “imparatorluk” kurmak istiyorsa bunu hem petrolü kullanarak, hem de Amerikan taraftarı bir rejim getirerek yapabilir. Tıpkı Afganistan ve Hazar petrolleri konusunda olduğu gibi. 11 Eylül’ün başlattığı bu süreç zannederim, dolaylı yoldan da olsa ABD’nin dünya coğrafyasını tekrardan çizmesine neden olabilir.

Amerika’nın tek yanlı tutumu karşısında Avrupa’nın yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?

İngiltere başta olmak üzere bütün Avrupa ülkeleri, terörizme savaşta ABD’nin yanında olduklarını ifade ettiler. Fakat bunun ötesinde Amerika’nın bir “imparatorluk” kurma olasılığı elbette onları rahatsız ediyor. Ancak hatırlamak gerekir ki; Avrupa Birliği henüz tam manasıyla bir savunma politikasına ve gücüne sahip değil. Ve sanki kısa sürede böyle bir oluşuma niyeti de yok gibi görülüyor. Fakat bu onun bölgesel ve dünyasal güvenlik projelerine katılmayacağı anlamına gelmiyor. Kesin bir politika gibi görülmese de sanki AB ile Amerika arasında bu konularda bir işbölümü sözkonusu gibi. AB ülkeleri Ruanda veya Balkanlar’da olduğu gibi, askeri müdahale rolünü Amerika’ya bırakmayı ancak kendilerine polis ve jandarma fonksiyonu vermeyi düşünüyor gibi görülüyor. Somut örnek olarak Ocak 2003 tarihinden itibaren AB Polis Misyonu’nun (MPUE) Bosna’da BM askerlerinin yerine güvelik fonksiyonunu üzerine almasını verebiliriz. Bu birim, AB Savunma ve Güvenlik Politikası çerçevesinde Bosna’da iç barışın kurumsallaşmasına çalışacak ve yerel polisi eğitecek. Bu şekilde AB askeri müdahaleden çok polis ve jandarma görevini üstlenmek için çalışıyor.

Siyasi açıdan bakıldığında, genelde İngiltere, tamamen Amerika’nın yanında yer alıyor. Almanya, kendi çıkarlarını koruyabileceği bir Avrupa düşünüyor ve AB’ye yeni katılan ülkelerle bunu sağlayacağına inanıyor. Ancak bugünlerde Schröder hükümeti pek güçlü değil. Seçimleri zor bela kazandı ve gittikçe artan işsizlik nedeniyle popülerliğini kaybetmek üzere. Fransa ise uluslararası arenada nüfuzunun azalmasından korkuyor. Bu nedenle hem Almanya ile olan işbirliğini güçlendirmeye, hem de BM çerçevesinde Irak savaşını, gücü yetebildiğince, ertelemeye çalışıyor.

Geçtiğimiz Ocak ayında Avrupa ikiye bölündü: “Amerika’ya kayıtsız destek veren” 8 ülke (İngiltere, İspanya, İtalya, Danimarka, Portekiz, Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti) ve “vermeyenler” şeklinde. Ve dikkat edilirse, kayıtsız olarak Almanya’ya bağlı sandığımız eski doğu bloğu ülkeleri İngiltere-Amerika ekseninde yer aldılar. Hatta, Litvanya, Estonya, Latvia gibi 8’ler listesine katılmaya vakit bulamayanlar, yeni bir listeyle Amerika’yı desteklediklerini belirtmeyi düşünüyorlar. Bu durum, Amerika’nın AB’nin pek çok ülkesi üzerinde ne ölçüde etkili olduğunun göstergesi ve aynı zamanda AB’ye 2004’de katılacak ülkelerin, AB’lilik ruhundan çok, ortak pazarla ilgilendiklerinin kanıtı.

Siyasal güç dengelerinden bağımsız olarak halkın ne düşündüğüne bakarsak eğer, Avrupalıların ve özellikle de Fransızların Irak savaşına tepkileri açık…

Fransız kamuoyunun uzun zamandır Amerikan karşıtı olduğu bilinen bir gerçek. Son yıllarda ekonomik yönden Amerika’ya açılma girişimleri görülse de Fransızlar’da köklü bir Amerikan karşıtlığı var. Amerika’nın herkese tepeden bakan politikası pek çok kişiyi rahatsız ediyor. Bu arada başka bir neden de, Amerika’nın İsrail’e açık açık arka çıkması. Bu bir yerde Fransız hükümetini korkutuyor Çünkü ülkede yasayan ve güçlenmekte olan Müslüman kökenli Fransızlar, Fransa’nın İsrail’i desteklemesine karşılar. Bu nedenle Fransız hükümeti konuya titizlikle yaklaşıyor, kendi toprağında bir huzursuzluk doğmasından, şiddet ve hatta terör olaylarının ortaya çıkmasından korkuyor.

Bugün hazırlanan Irak savaşına gelirsek, Fransız kamuoyunun Amerikan karşıtı olması ve savaşı istememesi hükümeti ne kadar bağlar? Hepimizin bildiği üzere uluslararası ilişkilerde ana tema çıkarların korunmasıdır. Genelde Fransızlar söylemde farklılık yaratmayı çok severler. Tıpkı Nato’ya girişlerinde, Amerika’yı dengelemeyi amaçladıklarını ifade etmeleri gibi... Cumhurbaşkanı Chirac, Irak konusunda “Birleşmiş Milletler kararı olmadan olmaz!” diyerek büyük bir çıkış yaptı ve gerçekten başarı elde etti. Peki bu “çıkışın” arkasında ne var? Sadece idealist nedenlerle mi Fransa savaşa karşı geliyor? Soğuk savaşın bitmesiyle ortaya atılan “insan hakları diplomasisi” sadece hümanist fikirleri ve insan haklarını savunan bir diplomasi mi? Bu soruyu henüz Fransız basını sormuyor ama bence açık açık sorulması gereken bir soru: Fikirler çıkarları nasıl etkiliyor ve çıkarlar fikirleri nasıl yönlendiriyor? Bu soruya açıkça yanıt vermek henüz zor ama şöyle bir varsayım düşünülebilir: insan hakları diplomasisi, değerler etrafında ortaklık kurmak isteyen refah seviyesi yüksek gelişmiş ülkeler tarafından savunuluyor. Bir “değerler topluluğu” kurulması ve bunlara inanan rejimleri desteklemek düşünülüyor. Peki burada çıkarlara yer yok mu ? Var elbette, ama çıkarlar Amerika’nın yaptığı gibi askeri bir politikayla değil, hümanist bir söylemle ve mikro politikalarla savunulmak isteniyor. Yani daha açıkça ifade etmek gerekirse: Fransa bugün Irak savaşına hayır derken Ortadoğu’ya şu mesajı veriyor: “Ben elimden geleni yaptım, ama Amerika kabul etmedi, simdi mecburen savaşa gidilecek ama savaş sonrası ben varım, insan haklarını savunmak ve savaştan etkilenen halklara (özellikle de azınlıklara) yardım etmek benim görevim.” Bazı uzmanlara göre bu mesajla Fransa bölge devletlerine değil, halklarına sesleniyor ve savaş sonrası için kendine sağlam bir nüfuz hazırlıyor. Başka gözlemlere göre aynı zamanda Irak’taki petrol şirketlerine de mesaj veriyor.

Değişen dengelerden Türkiye nasıl etkilenecek sizce?

Zannediyorum bu dengelerin değişmesi Türkiye’de kendini göstermeye çoktan başladı. Türkiye ister istemez bu savaşa sürükleniyor gibi görülüyor. Her ne kadar siyasi açıklamalar savaşı engellemeye çalıştıkları izlenimi yaratmaya dönük olsa da, AKP hükümeti çok önceden bu varsayımı kabul etmişti, ancak tabanının bir kısmına ters düşmemek için Amerika’yı biraz oyalatır gösterdi kendini.

Simdi sorulması gereken; Amerika’nın Türkiye’ye nasıl bir rol verdiğidir. Amerika’nın Türkiye’ye bakışını tarihsel olarak incelersek, ortaya çok çelişkili bir politika çıkıyor aslında. Amerika, Türkiye’yi müttefik/dost ülke adı altında, savunma işlerinde ön planda kullandığı bir baz gibi gördü hep. Soğuk savaş sırasında bu böyleydi, şimdi Irak sorununda da böyle.

Ancak, soğuk savaş sırasında Türkiye’ye kimlik olarak “Avrupalılık” verilmişti. Yani, Türkiye tüm Avrupa kurumlarının üyesiydi, NATO nedeniyle Avrupa’yı koruyordu ve ilginçtir 1989’dan önceki haritalarda Türkiye Avrupa içinde gösteriliyordu.

Bugün, dostluk/müttefiklik retoriği arkasında Türkiye’ye özel bir misyon veriliyor: Ortadoğu’daki Müslüman ülkelerle Amerika arasında bir köprü oluşturmak… Dikkat edilirse artık kimse Türkiye’den “bir Avrupa ülkesi” diye bahsetmiyor. Amerikan (ve Avrupa) haritalarında Türkiye Ortadoğu’da gösteriliyor ve Türkiye‘ye bir Müslüman siyasi kimliği veriliyor. Bu noktayı dikkatle incelemek lazım. Bugün Amerika Türkiye’yi siyasi olarak Müslüman bir ülke olarak görmek istiyor ve bu kimliği veriyor. Türkiye’ye “Sen Arap ülkelerine ağabeylik yap, nasıl olsa hepiniz Müslümansınız” diye bir misyon veriyor. Şaşırtıcı olan Türkiye’den buna aktif bir tepkinin gelmemesi. Ve daha da ilginci, asıl tepkinin bugünlerde Arap ülkelerinden gelmesi: Bu ülkelerin hiçbiri Türkiye’yi Ortadoğu’da etkin olacak bir aktör olarak kabul etmek istemiyor. Mısır ve Suriye’de çıkan gazeteleri okumak bu açıdan çok aydınlatıcı. Gazeteler açık açık Türkiye’ye “hayır” diyorlar. Belki bu ülkelerin tepkisi dolaylı olarak, Türkiye’yi böyle hatalı bir yola girmekten caydırabilir. Yok eğer Amerika’nın senaryosu gerçekleşirse, Türkiye’nin Avrupalılık hayallerine son vermesi gerekecek.

Simdi bu söylediklerimin üzerine doğal olarak şu soru akla gelebilir: peki, geçen Kopenhag zirvesinde Amerika, Türkiye’nin AB’ye kesin olarak alınmasını açık açık desteklemedi mi? Bizi hem AB’ye aldırtmak istemesi, hem de Ortadoğulu bir Müslüman ülke gibi kullanması çelişkili değil mi? Bence incelenmesi gereken bu çelişkili gibi görünen durum. Sanırım Amerika, Türkiye’nin AB’ye girmesini desteklerken aklına hiç bir zaman siyasi bir Avrupa gelmiyordu. Amerika 1950’lerden beri siyasi Avrupa fikrine hep karşı çıkmış ve bunun oluşumunu engellemek için çalışmıştır. Türkiye’yi sokmak istediği Avrupa’yı sadece geniş ve gelişmiş bir ekonomik pazar olarak görüyor Amerika. Tıpkı eski doğu bloğu ülkelerinin AB’ye girişi için çalıştığı gibi Türkiye’nin de ekonomik olarak bu pazarda yer almasını kendi ekonomik çıkarları açısından olumlu görüyor. Çünkü, böyle bir topluluğa dahil olunca iktisadi krizleri atlatmak daha kolay. Böylece Amerika, bu müttefik/dost dediği ülkelerin ekonomik yükünü üzerinden atmayı, ama aynı zamanda da siyasi bir Avrupa’nın kurulmasını engellemeyi planlıyor olabilir. Bu senaryoda Türkiye’ye bir Müslüman kimlik verip, kendi Ortadoğu politikası içinde kullanmak ona doğal görünebilir.